Ölümün soğukluğunun tamamen ele geçirdiği bedenim çocukluğumun geçtiği salonun ortasında sere serpe yatıyordu. Ağlamalar ve feryadlarla yıkılıyordu ev. Her köşesinden evin anılarım saldırıyordu üzerime. Anılarımıda götürüyordum yanımda. Çocukluğumu, gençliğimi, hayatımı götürüyordum yanımda. Biliyordum ki bir parçada Mustafa götürüyordum yanımda. Ona olan aşkımı götürüyordum. Bende ona bir şeyler bırakmak isterdim ama yıkık dökük virane bir evden, yarısını ölen karısının yanında götürdüğü kırık bir kalpden başka bir şey bırakmamıştım ona. Ayak sesleri duyuldu bir hareketlenme vardı içerde. Birden salonun ortasında duran tabutun hareketlendiğini hissettim. Eniştemin dikdiği bir kefen ve bir kaç çita parçasının içinde son yolcuğuma gidiyordum. En uzun yolculuğum. Bir daha geri dönmemek üzere yaptığım bir yolculuk. Hasan'ın diktiği entirileri giydim, hemşire elbisesini giydim, gelinliği giydim ama nasipte onun diktiği kefene girmekte varmış. Bahçede yüksekçe bir masanın üstüne bıraktılar tabutumu. Cenaze namazım kılındı. Hoca sordu.
-Hakkınızı helal edeymisiniz?
-Edeyz, dedi Mustafa'm üç kere. Aynı nikahımızda dediği gibi. Ama bu sefer bir eksiklik vardı. Sesindeki o mutluluk o çoşku yerini karanlığa ve umutsuzluğa bırakmıştı. Sonra tabutum omuzlara alındı. Evimden bir daha girmemek üzere çıktım. Bir daha girmemek üzere... Duydum ki Mustafa'm elleri ile kazmıştı mezarımı. Mezara koydular ve üzerime kumlar yığdılar. Bir kaç avuç kum. Dünyanın ne kadar küçük olduğunu anlatan o kumdan tepecik. Herkes gitti ama Mustafa'm kaldı. Konuştu benle. Benim ölümümden kendini suçluyormuş. O anda ölmeseydim ölmek isterdim. Mustafa'm ağlıyordu. Benim yüzümden ağlıyordu. Ayağa kalktı ve gitmek için yürümeye başladı. O anda anladım ki artık yanlızdım. Onunla uyumaya o kadar alışmışım ki içimi korku bastı. Bağırdım. Bırakma beni. Gitme diye. Ama duymadı beni.
Artık hergün birileri geliyordu mezarıma. Mezarım çiçek bahçesi gibi olmuştu. Kırkım bu gün doluyordu. Mustafa yanıma geldi ve gideceğini söyledi. Beni burada bırakıp gideceğini. Belkide haklıydı. Ben onu ebediyete kadar yalnız bırakmışken onun burda kalmasını istemek bencillik olurdu. Yavaş yavaş uzaklaştı oda bilinmeyene doğru. Belki bir gün o başka bir ülkenin topraklarında ben bu yanan Makedonyanın topraklarında yatarken ruhlarımız semada buluşup birbirlerine aşklarını yeniden anlatacaklardı. Belki de Mustafa haklıydı. Burada bundan 100 sene sonra dilimizi bile bilmeyen insanlar çektiğimiz acıları anlamayacak. Belkide onlar için imkansız gelecek yaşadıklarımız. Çocuklarına anlatacakları bir masal. Ama bilmeyecekler ki bizim masalımızın sonunda padişaha kavuşan bir peri kızı yok. Bilmeyeceklerki bizim masalımızın sonunda gökden üç elma düşmedi. Bizim masalımızın sonunda gökten yağmurlar gibi hüzünler yağdığını anlamayacaklar. Onlar için eski zamanların birinde kalmış eskimiş tarihin tozlu sayfalarının arasına sıkışmış zavallı aşıklar olarak kalacağız. Seven ama acı çeken...